plasticwings.org

değişik konularda yazan birkaç kişinin web günlüğü.



27 Aralık, 2002

untitled v 1.0

bütün gün test drive oynadıktan sonra taksicinin virajları alamamasından korkuyorum.

21 Aralık, 2002

15 feet of pure white snow

sabahın kör bir saatinde her yer bembeyazken uyanıp tekrar uyuyup uyandıktan sonra günlük güneşlik (sadece dış görünüş tabii), hiç bir şey olmamışçasına kuru sokakları olan bir yerde uyanmak rüyada yaşıyormuş hissi veriyor insana. doğa bile hiç bir şey olmamışçasına davranabilirken, insanlar neden davranamasın?

hava muhalefeti dolayısıyla bomboş olan sokakların ve mekanların keyfini çıkarırcasına çok sevilen birisi için the cure - love song'u ve hatta yine sırf onun için coldplay - yellow'u günün iki eski ama güzel şarkısı seçiyorum.

20 Aralık, 2002

curiosity killed the cat*

kapısının önünden her geçene kapı deliğinden bakan kadınlardan, her duyduğu sesin ne olduğunu merak eden insanlardan nefret eden birisi olarak şu merak denen illetin bende de olduğunun farkına varıp deliriyorum son iki gündür. herkesin, herşeyin gözümün görebileceği uzaklıkta veyahutta yaptıklarımdan haberim olacağı mesafelerde olmasını istiyorum. belki alışmam lazım.

televizyonda anlamsızca kanal değiştirirken rastladığım shirley manson şoka soktu beni. geçmişin kızıl saçlı, kırmızı dudaklı, ıslak göz makyajlı idolü(m); civciv sarısı saçları, ona uyan abuk subuk renk kaşları ve inanılmaz kötü giyim tarzıyla çekiç gibi vurdu kafama. halbuki biz onun only happy when it rains'deki basit elbisesine, milk'deki makyajına, special'daki kırılganlığına, queer'deki agresifliğine, stupid girl'deki karizmasına hasta olmuştuk. zaten albüm soundları da shirley'nin saçlarıyla paralel gider olmuş, gün geçtikçe rocktan uzaklaşıp 'light' formlara kavuşmuştu, pek bir şen şakraktı.

olmamış çocuklar olmamış diyorum pazar keyfi'nde rüküşleri seçen amcanın ses tonuyla. sırf geçen senelerin hatrı, shirley'nin karizması ve her şeye rağmen mükemmel olan debut albümleri için günün şarkısını garbage - only happy when it rains seçiyorum havalara da gönderme yaparak.

(* but satisfaction brought it back)

19 Aralık, 2002

You have been connecting and disconnecting too frequently.

Really?

18 Aralık, 2002

enter 2 escape

evde değilken yazı yazmadaki yaratıcılığını kaybeden biri olduğumu öğrendim bugün. sanki daha önceleri başyapıt olacak seviyede şeyler yazmış gibi davrandığıma bakmayın, bu bir gerçek. evin rahatlığı, o huzur vericiliği, kendine has kokusu hiç bir yerde olamıyor. değişimlerden sonra illa da değişmeyen bir yer olarak eve gidiliyor nedensiz.

değişimler demişken, monotonluktan uzaklaşma çabaları amacıyla başlanmış bir kaç değişme girişimi kırmızıya kaçan bir saç rengi, mor göz altları, bolca uykusuzluk, çokca mide ağrısı, bol kepçeden arkadaş ziyaretleri ve en önemlisi mutluluk olarak döndü. dönüşlerin burada bitmemesini dilerken bir yandan da evimde, yatağımda, tek başıma ve huzurlu bir şekilde uyumayı da özlemiyor değilim. zaten her zaman elimde olmayan şeyi istemekte ve içinde bulunduğum her durumda rahatsız olunacak bir şey bulmayı başardım. günün birinde bir "rahatsız insan" ödülü verilirse adaylar içinde olmalıyım kesinlikle.

arkadaş ziyaretleri sırasında uzun zamandır görülmeyen insanları görmek, seslerini duymak, görüşülmeyen zaman içinde oluşan hayat gel-gitlerini anlatmak en keyif verici olanı sanırım. ama bir de her zaman yakında hissedilen ama aslında uzak olan kişilerle yaşanan gözüne bakınca ne düşündüğünü anlama olayı var ki, arkadaşlığın geldiği en ileri aşama olarak kabul ettiğimden inanılmaz mutluluklar yaşatıyor bana. karşındakinin gözlerinde kendini görmek, anlattıklarında hayatını bulmak, en az gerçekleşmiş bir tarot falı kadar keyif verici. "nasıl biri?" diye sorulduğunda nereden başlayarak anlatacağınızı bilemediğiniz için duraksayıp içten bir "süper birisi" demek her insanın başına gelmeli mutlaka.

arkadaşlar kadar keyif veren başka bir şeyin de yavru ve yaramaz kediler olduğunu farkettiğim şu günde "her eve bir kedi" kampanyasını başlatmak, işe de ilk olarak kendi evimden başlamak istiyorum günün şarkısı olarak (ezan soslu) suede - everything will flow'u seçerken.

16 Aralık, 2002

this.town.don't.feel.mine

son iki günün verdiği yorgunlukla ne yapacağını bilmez bir şekilde oturuyorum. playlistimde son haftaların değişmez iki şarkısı eşliğinde yazdığım cümlelerin anlamsızlığını farkedip baştan yazmaya çalışıyorum. yeni olan şeylerden uzaklaşma, eskiye, bildik şeylere geri dönme ihtiyacı duyuyorum. bir bakışımla ne demek istediğimi anlayan insanlar, sözlerini ezbere bildiğim şarkılar, hangi sayfasında ne yazdığına bilecek kadar çok okumuş olduğum kitaplar, tüm repliklerini senaryosunu yazmışçasına bildiğim filmler kendine çekiyor beni.

eski demişken, gitgide artan bir izmir özlemi de yok değil içimde. her sokağını, apartmanını, ağacını, dükkanını, insanını bildiğim yerlerde olmak istiyorum. telefonda yapılan konuşmalar da kamçılıyor bu isteğimi. bir an evvel herkes için tatil olan uzunca bir zaman boşluğu bulup gitmek istiyorum pılımı pırtımı toplayıp.

tatil demişken, yeni bir yıla girildiği için kutlamalar yapan, herşeyin değişeceğini sanıp pembe gözlükler takınan, anlamsızca hediye trafiğine giren (ve hatta bunu zorunlulukmuş gibi gören) insanları anlayamıyorum. artan sadece bir sayı takvimdeki, nedir bunca telaş? hediye almak karşındakini düşündüğünü, sevdiğini belirtiyor şeklinde savunmalara girecek olanlara da cevabımız var en trt'sinden. sadece özel günlerde hatırlanmamalı insanlar, akıla gelindiği zaman gidilip görülmeli, o kişiye yakıştığı düşünülen hediye verilmeli. sürprizler her zaman beklenenlerden iyi olmuştur zaten.

didaktikliğin zirvesine vurmuş olduğumu farkedip hemen günün şarkısını atıyorum aynı sayfada açılan linklerden hoşlanmayanlar için plain text kıvamında. hayır bunak değilim, daha önce de günün şarkısı oldu biliyorum, ama vazgeçmesi çok zor şarkı bu. buyrun;

all i had to do was to be nice
but, no! no! no!
i just fucked it up!
it's been like that for my whole life
and if i was born again
it'd be the same
one thing at a time
yeah!, i lied
yeah!, i'm scared

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12
13 seconds left
it's the time i had to run away
but i forgot and woke up late
like everyday
one thing at a time
yeah!, i lied
yeah!, i'm scared

i just quit it all, i'm not ashamed
i would rather wait for a better day
if you would have been with me that day
i know things would be in a different way

14 Aralık, 2002

too lazy to give a real blog title

"bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesini romantik hareket isimli güzide alain de botton eseri için kullanmak istiyorum izninizle. insanın kendi hayatını, olaylara bakış açısını, içinde bulunduğu boşluğu bir kitaptan okuması ne kadar da hayret verici. dünyada bu şekilde hisseden tek kişi olmadığını öğrenmek ne kadar mutluluk verici. son bir kaç yıldır kaybettiğim kitap okuma aşkını bana kazandırdığı için önce yazara, sonra da kitabı öneren kişiye müteşekkirim.

o kadar etkilendim ki, bu güne uyan bir şarkı bulmakta bile zorlanıyorum. bu nedenle kitapta geçen bir cümleyi günün sözü olarak seçiyorum;
"...zevk aldığı yegane şeylerin beklenmeyen şeyler olduğunu iyice öğrenmişti; bu yüzden hiçbir şeyi dört gözle beklememek için sürekli bir mücadele halindeydi."

so always expect the unexpected.

09 Aralık, 2002

undefined male object

aynı anda agresif ve dokunulduğu zaman ağlayacak pozisyonda olmamın sebebini bulmam sonucu çok rahatım şu anda. hepsi basit bir hormonal değişimmiş, telaşa mahal yokmuş.

duygusallıktan kurtulmanın verdiği sevinçle değişimlere gidiyorum artık alışıldığı üzere, bu sefer daha tutarlı olması dilekleriyle. ilk işi saçlardan başlayarak gerçekleştirmeyi düşünüyorum umulmadık bir durum olmazsa.

günün ve gecenin şarkısını seçmek zor bu sefer çünkü gaz verici her türlü kişiye açığım şu sıralar. yine de bir kaç örnek vermek gerekirse muse - new born, dover - better day, napalm death - breed to breathe şahane olur.

ayrıyetten son zamanlarda milk beyfendiyi de inatla john frusciante kişisine benzetmekteyim, havalardan olsa gerek. whatever -once again- ;

"the new me"

07 Aralık, 2002

bayram dolayısıyla kapalıyız

bayram benim için hep arifesinde mezarlık ziyaretine gidip, ilk gününde anneannemlerde toplaşıp dayımlarla cümbür cemaat bayram yemeğine çıkıp, ikinci gün aile büyüklerinin ziyaretlerinin yapıldığı, üçüncü -varsa dördüncü- gününde annemle keyif yaptığımız okuldan uzak, aileye yakın günler bütünü demekti. bütün bunların yanında gelen bir miktar para ve bolca güzel yemek de anlık mutluluklar tattıran ayrıntılardı.

istanbul'a taşındığımızdan beri özel günleri yanlız yaşayacağımız düşüncesi beni rahatsız etti ancak her seferinde beni mutlu eden bir kaç insan bulundu çevremde ve asla yanlızlık hissetmedim.

bu bayramın geçireceğim en güzel bayramlardan biri olacağını düşünmüştüm. ne de olsa uzun zamandır görmediğim anneanne-dede-dayı triosu evimize gelecek, bol bol gezilecek, bir dahaki görüşmeye dek hatırlanmak üzere anılar depolanacaktı beyne. herşey tam da beklediğim gibi giderken hiç sevmediğim bitter çikolatası ikram edildi uzak bir yerden bayramda yediğim içtiğim onca tatlıya inat yaparcasına. daha önce de tatmış olduğumdan o çikolatayı, sadece görmem yeterli oldu tadını anımsamam için. elimin tersiyle geri itmeye çalıştım ancak olmadı, bulaştı her yerime. vücudumun doğal su kaynakları yardımcı olmaya çalıştı elimdeki acı tadı çıkarmama ama nafile, ulaşmıştı bir kere meret.

bir defter sayfasına yazmış olduğum "carpe diem, even if it kills you!" ve "kendini kaptırma." cümlelerinin tezatlığının farkına vararak ne kadar absürd ilişkiler yaşadığımın farkına vardım. ve hatta bir kaç sayfa daha ileri gidip bu absürdlüğün kanıtı olan bir de dialog buldum günün -hatta ayın- şarkısını r.e.m. - everybody hurts seçerken;

"-the girl i love is gone.
-where?
-to the cinema."

04 Aralık, 2002

far away, so close

yarından itibaren başlayacak olan ailesel ve sağlıklı günlerime start verircesine büyük bir bardak süt ve diyet grisinilerle oturuyorum bu kez bilgisayarın başına. yatağımda uzun süre yatamayacağımı bilmek acı olsa da, özlenen kişileri görmek adına bayramın ne kadar güzel birşey olduğunu düşünüyorum bir kez daha.

bayram özlenen kişileri getirdiği gibi, yokluğunda eksikliği duyulan kişileri de götürüyor uzaklara bir bir. hiç gitmelerini istemesem de ailelerini görme haklarını asla kısıtlayamayacağımı bildiğimden çaresiz boyun eğiyorum bu gidişlere. ama bilmiyor hiç biri gittiklerinde benden de bir parça onlarla beraber gidiyor, bir parçasını kaybetmiş ben sersemliyorum burda. yine de "life carries on" diyorum peter gabriel amca'nın da yardımlarıyla.

ramazan davulcusunun gürültüsünü son kez duyarak yatmaya hazırlanıyorum kafamda bin bir soru işaretiyle. gün içinde olanları tartmaktan, söylenen sözleri düşünmekten beynim uyuşmuş bir şekilde yaptığım hareketleri ve o hareketlere verilen karşılıkları gözden geçiriyorum. farkına varıyorum ki bunların büyük bir kısmı tek bir kişiyle ilgili. beynimi bu kadar meşgul eden bir kişiye nasıl olup da hâlâ istediklerini veremediğime şaşıyorum, akabinde üzülüyorum.

salı günlerini hiç bir zaman sevmemiş bir insan olarak şarkı bulmakta bile zorlanıyorum. radiohead - creep mi desem, bush - letting the cables sleep mi? ingilizce şarkı sözlerinin yarattığı anlam karmaşası yüzünden mfö - ağlamakla olmaz sevgilim'i seçiyorum bu sefer, yanlış anlaşılmaktan korkarak.

01 Aralık, 2002

erase & rewind

ne kadar çok insan tanıdığına şaşanlardan olmaktansa, aslında ne kadar küçük ve herkesin birbirini tanıdığı bir çevrede olduğuma şaşanlardan biri oluyorum son zamanlarda. herkesin birbirini tanıdığı ve sürekli birbirinin lafını döndürdüğü ortamlardan sıkılmış birisi olarak, anadolu'nun ücra yerlerinden gelmiş bir iki alakasız insan tanıyıp, onlarla takılmak istiyorum artık. alkolsüz de eğlenebileceğim gerçeğini kavradıktan sonra, az insan tanıyarak da yaşayabileceğim gerçeğine geldi sıra.

durumu kurtarmak adına bile olsa yalan dolan dolu mesajlar hiç hoşuma gitmiyor. bazı şeyleri saklamak adına yapılanlar rahatsız edici boyutlara gelmeye başlamışken, saklamam gereken bir şey daha olduğunu farkedip nabza göre şerbetçi modunda gezmeye başlıyorum. şu sıralar en çok ihtiyaç duyduğum kişi uzun süredir kendi havalarında olduğu için ondan da yardım isteyemiyor, ve hatta bu akşam aramıza kilometrelerin de girdiğini farkedip iyice kahroluyorum.

keyfi bozan telefon seslerinden, cep telefonlarından, ve hatta telefonda konuşmaktan nefret eden bir insan olarak bugün o küçük alete bir kez daha lanetler ediyorum. son zamanlarda telefonda konuşulan kişiler pek de olumlu şeyler söylemediği için, çalan her telefona ürkerek bakıyorum. cep telefonu yokken nasıl yaşadığımızı hatırlamaya çalışıyor, bulamayınca da kendime sinirleniyorum.

günün şarkısı geleneğini bozmayıp, her şalan şarkıya 'aa bu olsun bu olsun', 'yok yok değiştirdim bu olsun' diyen arkadaşa inat, hiç düşünmeden buluyorum bugünkünü de sözlerinin daha dikkatli okunmasını önererek; muse - muscle museum

↑ Yukarý Çýk

Arþiv

Liverpool